Tülay Elif GÖKHAN
  21-12-2022 12:45:00

MENDİLİM SEN NELER DE YAPARMIŞSIN?

Özellikle soğuk kış aylarında elimizden düşürmeyip cebimizden hiç eksik etmediğimiz yârenlerimizden birazcık bahis açmak istiyorum. Kimmiş bu yârenler acaba? Mendiller elbette.

Günümüzde artık kâğıttan yapılanları kullanılıyor olsa da birazcık zamanda geriye gittiğimizde çocukluğumuzun hatıraları içinde mutlaka ona rastlayacaksınızdır. Eh mendil deyip geçmemek, bir kenara atmamak gerekir o halde. Pek bir yiğit olmasa da yiğidin yaveri sayılır. O yüzden de hakkını vermek gerekir diye düşündük. Bakalım bu küçük bez neler yaparmış? Bakmayın küçük dediğimize canım, maharetleri anlatmakla bitmez aslında. Nereden başlasak nasıl anlatsak acaba? Sonuçta mendilin vazifelerinin tamamını olamasa da bir kısmını anlatmak onun şanına yakışır zannımızca.

Başlayalım mendilin ucundan kıyısından anlatmaya o halde. Bebeklerin ağızlarından damlayan sütler yumuşacık küçük mendillerle onu incitmeden güzelce silinirdi eskiden. Tıpkı bir annenin şefkatli elleri gibi yapardı bu işi. Bebek biraz büyüyüp çocuk olunca bu sefer mendilin görevi de değişirdi. Bu defa çocukların en güzel oyunlarının başaktörü olurdu. Öncelikle havada ilk kapanın oyunu aldığı mendil kapmaca, yağ satarım bal satarım oyununda ebe adayının arkasında, körebe oyununda ise gözlerin üzerinde yerini alırdı. Okula giden tüm öğrencilerin cebinde tertemiz, sakız gibi bembeyaz mendiller nöbet tutardı. Hatta okullarda öğretmenler tarafından temizlik kontrolleri yapılırken eller bu mendillerin üzerine konulurdu. Ama bu mendiller şimdiki gibi kâğıttan değil de özel bezlerden yapılırdı. Bayramlarda kapıyı çalan tüm çocuklar için gizli bir hazine olurdu bu mendiller.  İçine harçlıklar, küçük hediyeler, şekerler, dahası sevgiler konulurdu.

Eh çocuklar da büyüyüp genç olduklarında nazlı cânânlarından kendileri için yerlere ipek mendiller bırakılırdı. Bir bu mendiller bir de sevgili için yazılmış nağmeler çok itibar görürdü o zamanlar. Masal kahramanları bile padişahın kızını almaya giderken dert ortağı mendilinin içine hem yiyeceğini hem cesaretini hem de muhabbetini koyardı. Dağları, tepeleri, uzun uzun yolları aşan Keloğlan’ın sırdaşı olurdu bu mendil. Yol boyunca onunla dertleşir, konuşurdu. Hele sevdiğine ucu yanık bir mendil vermişse âşık, sevgisinin ne kadar büyük olduğunu anlatırdı sevdiğine. Kızların mendillerine işledikleri nakışlar da onların gönüllerinden geçenlere tercüman olurdu. Ne arasın o zamanlar sosyal medya üzerinden tanışmalar. Sevdiklerinin isimlerini de kızlar, arkadaşlarından ailelerinden önce mendilleriyle paylaşırdı. Hemen mendilinin üzerine işlerdi maşukunun ismini. Malum her şeyi dille anlatmak olmazdı. Gençler evlendikleri zaman da düğünlerinde mendiller onları yalnız bırakmazdı elbet. Damat beyin ceketinin üst cebinde, halayı çeken halaybaşının elinde yerini alırdı. Kına yakılacak kızın eline konan kınayı da bu mendiller sarar sarmalardı. Böyle olunca da türkülerde de yerini almıştır tabi: Mendili eline, mendil verdim geline, kara kına yollamış, yâr benim ellerime.

Mendil nasıl ki sevenlerin duygularına elçilik ediyor, onları kavuşturuyorsa ayrılıklarına da ferman olabiliyordu. Yani sevenler mendillerini birbirlerine geri verirlerse herkes kendi yoluna diyerek yollarını ayırıyorlardı. Bir mendil, bir mektubun bir dostun yapabileceği pek çok şeyi kendi başına yapabiliyordu. O yüzden mendiller renklenmiş, her renk mendil de farklı mesajı bildirmiştir karşıya. Beyaz mendil sevginin en net ifadesi olurken siyah mendil de matemin, ayrılığın göstergesi olabiliyordu. Yani sevenler duygularını mendillerin renkleriyle anlatılıyorlardı birbirlerine. Kolay iş değil vesselam yâreni için renkten renge girmek. İşte mendil bu görevi de başarıyla yapıyordu.

Her zaman sılada durmak mümkün olamayınca bu sefer de mendil başka bir vazife üstlendi. Gurbete gidenlerin arkasından bir daha dönmeleri ümidiyle sallandı. Peki ya gidenler dönemeyecekse o zaman Yahya Kemal’in de ifade ettiği gibi sallanmamıştır o kalkışta ne mendil ne de bir kol. Bu sefer de dönemeyenlerin geride kalanlara kendilerini hatırlatacak yadigâr bir mendil bıraktığı görülmüştür.

Divan ü Lügat-it Türk’te ületü adıyla yolculuğuna başlayan mendil, farklı dönemlerde farklı şekillerde itibar gördü. Mesela eskiden devlet adamlarının yağlı boya tablolarını yaptırırken ellerinde mendil tutma âdetleri varmış. Ama mendilleri daha çok hanımefendilerin ellerinde, sandıklarında, çeyizlerinde bulunurdu. Hanımların zarif elleri bu kanatsız kuşa benzeyen mendillerin yuvası olurdu.

Kahvehanelerde hikâyelerini anlatan meddahların da en önemli parçalarından biriydi mendil. Öyle ki bu mendiller meddahın eli, kolu gibiydi. Yani öyle değerli ve işlevseldi ki yeri geldiğinde meddahın hikâyesinde bir şapka yeri geldiğinde bir peçe, yeri geldiğinde bir başörtüsü yeri geldiğinde de bir bayrak ya da örtü olabiliyordu.  Meddahın en büyük yardımcısı olan mendil bu durumdan hiç şikâyet etmezdi dahası onun alnında biriken terleri de söylenmeden kendi sinesine çekerdi.

Bazen de alınlardaki ateşi almak için ıslanan mendiller kullanılırdı. Mendil, bu sefer de hastaların hastabakıcısı, dert ortağı olurdu. Bazen de boyunlara bağlanarak zarafetin bir göstergesi olurdu. Bazen de bir özrün göstergesi olurdu. Dille söylenemeyen özürler boyunlara bağlanan mendillerle söylenirdi. Ağlayanların yardımına ilk koşan yine odur. Hele ağlayan kişi gözyaşlarını saklamak, kimseye göstermek istemiyorsa o zaman en büyük sırdaşı mendilinden yardım alırdı. Mendil, zarif bir dost edasıyla kimselere görünmeden sahibinin yaşlarını kendi bünyesinde alır, saklar, kimselere aşikâr etmezdi.

Bazen de sahibinin unuttuklarını hatırlamasında mendil yardımcı olurdu. Üzerine atılmış her düğümle hatırlanması gereken bir şeyi sahibine hatırlatırdı. O unutmaz, unutmadığını da unutturmazdı.

Tarlada güneşin altına çalışanın başı ona emanetti. Bir şapka edasıyla gelir, çalışanın başını örter, güneşin onu çarpmasını engellerdi. Ne gelirse bana gelsin, sana bir şey olmasın derdi âdeta. Kutsal şeylere dokunduğunda onun kutsallığını alırdı. Bazen de ağaçların dallarına bağlanırdı ki, sahibinin dileklerini gerçekleştirebilsin.

Sonra zamanlardan birinde tiyatro sanatçısı merhum Erol Günaydın bir mendil reklamında oynadı. Bu reklam filminde kâğıt mendilin nâmı duyuruluyor, bez mendil ise bir kenara bırakılıveriyordu. Reklamın sihri işte. Kısacık reklam filminde geçen şu cümle yılların bez mendilinin ayağını kaydırıp ve kâğıt mendili tahta oturtuyordu:  “At o çaputi, al buni.” Atılan çaput bez mendil, alınan da kâğıt mendil oluyordu.

Zaman ilerledi kâğıt mendile de rakip değil ama bir yardımcı geldi. O da ıslak mendil. Hayatımızda hızlıca ona da yer açıverdik. Bir yanımıza kâğıt olanı bir yanımıza da ıslak olanı aldık. Ama bez olanın yerini de hiç unutmadık. Sonuçta ahde vefalıyız. Bu yüzden tam olamasa da eski dostumuzu yâd ettik, bilenlere hatırlattık, umuyoruz ki bilmeyenlere de anlatmaya çalıştık.

  Bu yazı 2555 defa okunmuştur.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
YUKARI