Tülay Elif GÖKHAN
  03-06-2022 11:34:00

TÜNELDEKİ MUTLU ÇOCUK: SAİT FAİK

Bir İstanbul âşığı… Annesine hayran, hatta tedavisini yaptırmak için bile annesinden ayrılamayacak kadar annesine mevtûn. Romantik bir âşık. Ama sevdiği kadına evlenme teklif edemeyecek kadar çekingen, ince ruhlu bir İstanbul öykücüsü ya da Haldun Taner’in ifadesiyle sevimli bir aylak: Sait Faik Abasıyanık.

Sait Faik, öykücülüğü meslek edinen, bununla kalmayıp yaşama şekli olarak kabullenen birisidir. Ömer Seyfettin gibi hikâye türünün Türk edebiyatına yerleşmesine daha da önemlisi sevilmesine katkıda bulunan öncü bir isimdir.

Sait Faik, öykülerinde kahraman olarak hep “küçük insan”ı tercih etti ve bunu bir kavram olarak öykücülüğümüze kazandırdı. Luzümsuz, hor görülen insanlar onun öykülerinde değer kazandı. Anlatımlarını tespitlerde bulunarak yaptı.  Kimseye bir ideoloji dayandırmadı. Haydar Ergülen onu Türk öykücülüğünün bir dönüm noktası kabul eder. Ona göre Türk öykücülüğü için Sait Faik’ten öncesi ve Sait Faik’ten sonrası vardır. Hikâyelerinde herkesin ve her şeyin yazarı oldu Sait Faik. Denizi, İstanbul’u, çocukları, cebinde meteliği olmayanları, işsizleri, işçileri, kavuşamayan âşıkları, hayata tutunamayanları, itilmişleri, ezilmişleri, evsiz barksızları, serserileri, martıları, balıkçıları ve daha nicelerini anlattı. Kahramanları kurmaca gibi görünse de hayatın içinde mutlaka karşılaştığımız, baktığımız ama göremediğimiz insanlardır.  Sevdiği ve sevildiği insanların arasında bulunmayı tercih etti. Herkesin anlayacağı bir dille yazdı eserlerini.  Ama farklı bir üslupla anlattı. Hikâyelerini şiir tadında yazdı. Kendisi gibi hikâyeleri de hep çok sevildi. Çünkü hikâyelerinin teması insan sevgisiydi, yaşama sevinciydi. Onun hikâyelerini okurken kalemiyle ruhunuza mutluluğu doldurduğunu hissedersiniz. Sait Faik insanlar için şöyle düşünür: “İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o iyi tarafı bulmaya, ondan istifade etmeye mahkûmuz, mecburuz.” Der. En fena insanın bile sevilmeye değer bir yanının olduğunu düşünür. Yazar, hikâyelerinde hep sevdiği insanları anlatır, okuyucu da sevsin diye. Abasıyanık, belki de tüm hikâyelerindeki karakterlerine Polyanna vasfı yüklemişti. Çünkü olumsuzluklara rağmen tüm kahramanları kendisi gibi hayata dört elle sarılmış, mutlu kimselerdir. Kimseye kin tutmaz, gönül koymaz, herkesi hatalarıyla sever. Hikâyelerinde gerçekçidir. Gözleriyle kahramanlarının hem ruhsal hem de fiziksel durumlarının adeta fotoğrafını çeker. Görmesini bilen yazar, gördüklerini anlatmasını da bilmiştir. Belki de bu yüzden Mark Twain Derneği, onu onur üyeliğine seçti.

Orhan Veli’nin şiirde yaptığını Sait Faik de hikâye de yapmıştır. Kullandıkları dilin sadeliği, seçtikleri insan tiplemelerinin toplumun her kesiminden olması, İstanbul’a duydukları tutkulu sevgileri bunun en belirgin göstergeleridir. İkisinde de yaşama sevgisi eserlere yansımıştır. Alelade olayların detaylarını her ikisi de eserlerine son derece başarılı bir şekilde yansıtmışlardır. Aslında Orhan Veli şiiri hikâyeye, Sait Faik de hikâyeyi şiire yaklaştırmıştır.

Abasıyanık, herkesin gördüğü ama herkesin önemsemediği durumları hikâyeleştirmiştir. Birçok insan içim önemsiz görülen detayları oldukça başarılı anlatmıştır. Onda kendine has bir duyarlılık vardır. Kendisi de kahramanları gibi kötülüğe ve mutsuzluğa karşı direnir. Haksızlıkların olmadığı bir dünya hayal eder. Dülger Balığının Ölümü’nü okurken ölümün bir canlıyı nasıl pul pul söndürdüğüne tanık olursunuz. Semaver’i okurken annesinden başla kimsesi olmayan genç fabrika işçisinin, annesinin beklenmeyen ölümünün üzüntüsüne yakından tanık olursunuz.  Onunla beraber zayıflamayı, onunla beraber birdenbire saçlarınızın ağarmasını, onunla beraber bir anda yüz yaşına girip ihtiyarlamayı istersiniz.

Stelyanos Hrisopulos Gemisi’ni okurken on iki yaşındaki bir çocuğun tüm yokluğa ve yoksulluğa rağmen dedesiyle beraber mutlu ve huzurlu yaşantısına tanık olursunuz.

Hikâyesine Meserret Oteli adını verecek kadar “mutluluk”a düşkün bir yazardır. Şehri Unutan Adam’da sevmek arzusu üzerinde durur. Çünkü onda insanları sevmek isteği çok kuvvetlidir. Sevmek ve sevilmek temel ihtiyaçtır. Menekşeli Vadi’de ise Bayram’ın canını bile hiçe sayan saf sevgisini anlatır. Uyuz Hastalığı Arkasındaki Hayal’de ise uyuz hastalığına yakalanan yoksul ama mutlu bir çocuğu okuyucuyla buluşturur. Aslında tüm kahramanları hangi koşullarda olursa olsunlar bir şekilde mutluluğun sırrına ermişlerdir.

Onun öykülerinde kötü kişilere neredeyse hiç rastlanmaz: Son Kuşlar’daki Konstantin Efendi hariç. Konstantin Efendi aslında yaşadığı yerde sevilen biridir. Kötü olma sebebiyse kuşları avlamasıdır. Çünkü yazar, kuşları doğanın mucizesi olarak görmekte ve onları avlayanlara da kızmaktadır. Yazara göre iyi insan olmak için iyi vatandaş olmak yetmez, doğaya da iyi davranmak gerekir.

Alemdağ’da Var Bir Yılan’da kötümserliği iyimserliğe dönüştürür. Tıpkı Hişt Hişt de olduğu gibi. Hayat kötü ve kötümser olacak kadar uzun değildir.

Hikâyelerindeki mekân ise çoğunlukla İstanbul, adalar, Burgaz adasıdır. Soğan Kayığı’nda adaya yeni gelen bir kayıkçıyı anlatırken Kediler’de adanın kedilerini anlatır. Çocuklar’da adanın çocuklarının renkli dünyalarını yansıtır.

Yazar, hikâyelerinde konuya ve olaylara pek ehemmiyet vermez. O, “an”lara odaklanarak anlatmayı sever. Anları yakalar ve onları şiirsel bir dille anlatır. İnsanları çok iyi gözlemler ve onları rengârenk tasvirlerle zihinlerde canlandırır. Abasıyanık, bir ressam olsaydı herhalde hep canlı renkleri kullanmayı tercih ederdi. Tablosunda siyah renge yer vermezdi. Bütün insanlar ve çocuklar çok mutlu olurlardı. Mutlulukları paraya, maddiyata veya çıkar ilişkisine bağlı olmazdı. O, sevginin götürdüğü yere giderdi. Sevginin olmadığı yer onun da mutsuz ve yalnız olduğu yer demekti.

  Bu yazı 2171 defa okunmuştur.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
YUKARI