Bir insanın kendisini sevmesi, kendisiyle barışık olması güzel ve normal bir durumdur. Ama ya kendini çok ama çok severse ve bu sevgi, her şeyin üzerine çıkarsa ne olur, neler olabilir. İşte tam da bu noktada kendini her şeyden ve herkesten çok seven Gustave Flaıbert’in Madam Bovary’si: Emma Bovary akıllara gelir.
Gustave Flaubert’in beş yılını vererek yazdığı, Tanpınar’ın deyimiyle zamana dişlerini geçirerek onda iz bıraktığı romanı: Madam Bovary. Roman yayımlandığı zaman yazarımız ciddi eleştiri oklarına maruz kalmıştır. Bu eleştiriler, yazarı ahlak dışı eser yazmakla suçlamaya kadar gitmiştir. Yazarımız, bu romanı gazetede okuduğu bir haber üzerine yazmaya karar verir. Gazete haberinde anne ve babasının ölümlerinden dolayı ortada kalan küçük bir kız çocuğundan üçüncü sayfa haberi olarak bahsedilmiştir. Yazar, bu kız çocuğunun akıbetiyle çok da ilgilenmez. O sadece bu kız çocuğunu yazacağı romanında nasıl anlatacağını düşünür ve bununla ilgilenir. Gazete haberindeki kızın sonu ile romanın kahramanı arasında ilginç bir bağ kurmaya karar verir. Böylece Madam Bovary romanının yazılması için yazarda ilk kıvılcım çakmış olur.
Gustave Flaubert, romantizm akımına karşı çıkmakta ve bu konuda eleştirilerini çekinmeden yapmaktadır. Madam Bovary romanı Gustave Flaubert’in romantizm akımını eleştirdiği önemli bir eser olacaktır. Bu eleştiriyi de roman kahramanı Madam Bovary yani Emma üzerinden yapacaktır.
Emma, zamanının çoğunu romantik eserler okuyarak geçiren biridir. Okuduğu eserlerin de etkisiyle aradığı mutluluğu ne yazık ki tüm yaşamı boyunca bulamaz. Okuduğu romantik eserlerin de etkisiyle hayal ettiği yaşamla gerçek hayat birbirlerine çok uzaktır. Bu sebeple Emma’yı, eşi mutlu edemez. Oysa eşi, son nefesine kadar Emma’ya bağlı kalmış, sâdık, çalışkan hatta Emma yüzünden dönüşü olmayan hatalar yapmış biridir. Emma, gözüne inen romantiklik perdesinden dolayı eşiyle ilgili bu gerçekliği göremez. Ne kendi mutlu olur ne de etrafındakileri mutlu eder. Geçici, sahte, anlık mutluluklar yaşar, o kadar.
Emma, kırsaldan gelmiştir ve geldiği köy yaşamını zaten hiç sevmemiştir. Doktor olan Charles’in onu mutlu edeceğine inanarak onunla evlenmiştir. Ancak hayata bakışları birbirlerinden tamamen farklıdır. Emma hem kişiliğinin hem de okuduğu romanların etkisiyle gecenin bir yarısı ellerde tutulan meşalelerle gelin olmayı hayal ederken Charles geleneksel bir köy düğünü hayal etmektedir. Daha evliliklerinin başındaki bu fikir ayrılığı ne yazık ki ilerleyen zamanlarda daha da derinleşmiştir. Çünkü Charles, Emma’nın okuduğu şiirlerdeki ya da romantik romanlardaki kahramanların hiçbirine benzememektedir. Ona göre Charles, dümdüz biridir. Emma’nın hissettiklerinden çok çok uzaktır. Oysa Charles, çalışkan biridir. Ailesini kimseye muhtaç etmeden, onların isteklerini yerine getirmek için didinip durmaktadır. Fakat bunlar Emma’yı mutlu etmek için yetmez. Emma’yı roman boyunca kimse mutlu edemeyecektir. Öyle bir an gelir ki elinden gelse bütün erkekleri dövmek, suratlarına tükürmek ve kemiklerini kırmak ister.
Emma, o kadar kördür ki ona yaşadığı çevrede en çok kıymet verenin Charles olduğunu anlayamaz. Çünkü Emma, sadece kendisi için, kendi mutluluğu için yaşayan biridir. Ailesi için hazırladığı özenli sofranın bile aslında kendisi için hazırladığını herkese hissettirir. Bu sebeple de “Bovarizm” denilen yeni bir izm daha kazandırır edebiyat dünyasına.
Emma, roman boyunca okuduğu romantik eserlerdeki “romantikliği” aşk kelimesinin altında arar. Oysa gerçek hayat ile kitaplardaki romantik hayat birbirinden tamamen farklıdır. Gerçek hayatın realizmi Emma’nın romantizmini paramparça etmiştir. Bu, bence Gustave Flaubert’in romantizmi eleştirmesinin bir sonucudur. Yapılmayacak olumsuz davranışların kökeninde romantizm bulunmaktadır. Romantizm, önce Emma’yı sonra da Charles’i hayattan koparmıştır. Çiftin küçük kızlarını da maalesef bilinmeyen bir hayatın içine sürüklemiştir.
Emma bize yer yer Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah romanındaki Ahmet Cemil’i, yer yer Yakup Kadri’nin Kiralık Konak romanındaki Seniha’yı hatırlatır. Tüm kahramanların hayalleri hakikatler karşısında dağılmış, tuzla buz olmuştur. Yazarlar, gerçekler karşısında zayıf hayalleri affetmemiştir.
Beş yıl emeğin neticesinde ortaya çıkan bu eseri okumanızı tavsiye ederim. Çünkü Gustave Flaubert’in bu eseri her ne kadar eleştirilse de birçok önemli yazara da ilham kaynağı olmuştur. Ne diyelim her şey ölçütünde yaşanmalı, dengeli olmalı. Ne bir fazla ne bir eksik.