Bir gün vicdan, kimselere haber vermeden, kapıları hızla çarpmadan, bağırmadan çağırmadan, kimsecikleri rahatsız etmeden hatta bavulunu bile almadan sessizce gidiverdi. Biz diyelim az gitti siz deyin uz gitti.
Aslında gitmeden evvel gideceğinin sinyallerini gönderdi. Ancak hiç kimse bu sinyalleri alamadı. Çünkü insanoğlunun merhamet alıcıları çoktan devre dışı bırakılmıştı. Bunu kim neden yapmıştı, tam olarak bilinmiyordu. Fakat birkaç şüpheli yok değildi. Kim miydi onlar? Elbette hırstan atlaslarını giyinmiş, kapkara gölgeleri olan kötülüklerdi. Çünkü ezelden beri vicdanın aydınlığıyla kötülüğün karanlığı birbirini hiç sevmez, aynı ortamlarda kati suretle bulunmazlardı. Çünkü vicdanın nurunun, karanlıkları söndürme gücü olduğu söyleniyordu. Bazı insanlar da buna bire bir şahit olmuşlardı. Vicdan bu gücünü de sadece hırsın karanlığına değil, kötülüklerin karanlığına da kullanıyordu. Aslında onun değerini ortaya çıkaran da karanlığın ta kendisiydi. Nasıl bir ironi siz düşünün artık. Karanlık olmasaydı nurun varlığı ve değeri bilinir miydi hiç?
Vicdan gidince hırslara, kötülüklere gün doğdu. Hemen insan suretine büründüler ki insanlar onları kendilerinden sansınlar, korkmasınlar, temkinli davranmasınlar. Ellerini, kollarını sallayarak yürümeye başladılar. Hiçbir şeyden, hiç kimseden korkmadan.
İnsan, insanın kurdudur dedirttiler ve başladılar dünyanın gül yüzünü önce kızartmaya sonra da karartmaya. Kabil’e Habil’i öldürttüler. Savaşlar çıkardılar, kardeşi kardeşe kırdırttılar. Masumları, çocukları, kadınları gözlerinin yaşına bakmadan öldürdüler. Sevenleri ayırdılar. Leyla’yı Mecnun’a, Aslı’yı Kerem’e, Şirin’i Ferhat’a, Zühre’yi Tahir’e vermediler. Kötülüklerinin karasıyla sevenlerin arasına simsiyah, görünmez setler çektiler. Geçmişte yaptıkları kâfi gelmedi günümüze de el attılar.
Evvela dünyaya yeni gelmiş masum bebeklerin yanlarına uğradılar. Paradan yapılmış keskin kılıçlardan geçirdiler her birini. Annesi üzülür, babası üzülür, yüreklerine ayrılık acısı kor gibi düşer, demediler. Çünkü paradan yapılma daha çok kılıçlara ihtiyaçları vardı. Hiç üzülmediler. Vicdanın bedenlerinde bıraktığı kocaman boşluğu bu şekilde doldurabiliriz sandılar. Dolduramadılar.
Sonra kötülükler, bir çiğ tanesinin kocaman bir kar yığını olması gibi büyümeye devam etti. Önüne gelen herkesi, her şeyi hiç doymamacasına yuttular. Sonra sekiz yaşındaki bir kız çocuğunun karşısına çıktılar. Kızcağız korktu hem de çok. Çünkü kötülüğü bu kadar yakından hiç görmemişti. Ne kadar da çirkin ve soğuk bir yüzü vardı. Hiçbir şeye, hiç kimseye benzemiyordu. Ne yapacağını bilemedi. Dondu, kaldı yavrucak. Gözleri kocaman oldu, yüreği kocaman oldu göğsüne sığmadı. Ve alçak kötülük, acımadan, gözleri bile dolmadan, elleri bile titremeden aldı yavrucağın canını. Aldığı canın vicdandan geriye kalan boşluğun bu sefer doldurduğunu düşündü. Ne de olsa bu çocuğun kocaman bir yüreği vardı. Yokladı vicdandan kalan boşluğu. Hayır, boşluk hâlâ kocamandı ve dolmamıştı.
Daha da çok kızdılar kötülük ve askerleri. Öfkesinden ne yapacağını bilemedi. Bu sefer de yirmili yaşlardaki bir kızcağızların canlarını ellerinden zorla aldı. Yaşamlarının baharında olduklarına bakmadan. Yine de vicdanın boşluğunu dolduramadılar.
Eyvah, dedi vicdan. Ah, dedi. Öyle bir ah etti ki Kerem’in ahı onunkinin yanında saman alevi gibi kaldı. Ben ne yaptım, nelere sebep oldum, dedi. Sadece kenara çekilip azıcık dinlenmek istedim, beni üzenlere yokluğumun nasıl olduğunu yaşatmak istedim, dedi. Sadece bir an, kısacık bir an, o kadar. Ne yazık ki vicdanın zaman algısı dünyadakine eş değildi. Onun için geçen bir saat, dünya hükmünde asırlarca yıla denk geliyordu. Bu ayrıntıyı nasıl da gözden kaçırmıştı. İnsanlığın içine karışmış kötülük askerlerinin onları bu kadar hızla esir alacağını hiç hesaba katmamıştı. Oysa insan suretine bürünmüş ne kadar çok kötülük askeri vardı yeryüzünde. Yeryüzü onlar üzerinde gezdiği için utancından yüzünü kara topraklarla örtmüştü. Kötülüklerin her biri karaçalılar gibi insanların gözlerini, gönüllerini yavaş yavaş, hissettirmeden kaplayıvermişti. İyilik okyanusları coşmasın, merhamet denizleri taşmasın, umut nehirleri akmasın diye önlerine önüne bent olmuşlardı. Yavaş yavaş acele etmişlerdi bunları yaparken.
Vicdan ne yapmalıyım, nasıl yapmalıyım, diye düşünmeye başladı. Ama kara kara değil. Bu kelimeyi oldum olası sevmezdi. Dünyanın üzerinde merhamet bulutları oldu. Bu bulutlardan tüm insanların, canlıların üstüne damla damla yağdı. Önce onların gözlerindeki hırsı, kötülüğü temizledi. Sonra sevgiden yapılmış yumuşacık elleriyle gönüllerindeki kötülükleri sildi. O kadar güzel sildi, süpürdü ki insanların gönülleri âdetâ birer ayna oldu. O aynadan, kendini seyretti. İyiliği, merhameti seyretti. Tamam dedi, şimdi oldu. İnsansa önce silkindi, sonra yavaş yavaş derin bir uykudan uyanır gibi uyandı kötülük uykusundan. Yusuf gibi çıktı kötülüğün, karanlık dipsiz kuyularından.
Sonra vicdan, insanlara bunları yapan ve yaptıran hırsların ve kötülüklerin karşısına dikildi. Ne azametli dikiliş ama. Dede Korkut’un da dediği gibi onların tutan elleri tutmaz, gören gözleri görmez olmuş. Vicdanın nuru, her birini teker teker aydınlatmış. Ama yok etmemiş. Çünkü onun fıtratında yok etmek değil, yaşatmak varmış. Böylece tüm dünyayı, vicdanın nuru kuşatmış. Bir daha hiç gitmemek üzere sımsıkı sarıp sarmalamış evreni. Bundan sonra da dünya üzerinde hiç ama hiç kötülük olmamış. Tüm insanlar ve canlılar ömürleri boyunca mutlu, huzurlu yaşamışlar.