Tülay Elif GÖKHAN
  06-02-2024 08:52:00

AL AL OLDU ELLERİM ALLARI ALKIŞLAMAKTAN

Al ile başlayalım kelâma. Bakalım bu kelime bizi nerelere hangi zamanlara hangi hikâyelere götürecek?

Al,

Al bayrak,

Al Tanrı,

Al-tay, al kan, al sancak, al-bastı, al-az, al-av (alev), al-bız, al-ık, al-tın, al-ıç, al-kış, al-ma (elma), al-lara bürünmek, al-lar giymek, al kanlara boyanmak, al yazma, al-karısı, al karası, al gelini, al-bıs, al-mıs, al ruh, al-aca bulaca ve daha ince niceleri. Aslında yazımda size “al basması ve al karısı” ile ilgili Anadolu’da anlatılan halk hikâyelerinden ve efsanelerinden bahsedecektim. Sonra bu kelimeleri oluşturan “al” kelimesiyle işe başlamanın daha doğru olacağına kanaat getirdim. Çünkü bu kelime pek çok kelimenin de kökünü oluşturuyor.

Al kelimesinin almak fiili olarak kullanılmasının yanında en çok kırmızı renk olarak kullanıldığını görmekteyiz. Renkler ve onların isimleri pek çok kültürde sembolik anlamlar taşımıştır. Türk kültüründe de bunun örneklerini görmekteyiz. Öyle ki bizdeki en eski renklerden biridir “al” Kültürümüzde, inançlarımızın içinde, törenlerimizin ve törelerimizin içinde sıkça geçmiştir. Yaşam kaynağı olan Güneş’te, yaşamsal bir sıvı olan kanda, ısınmak ve çoğu şeyi pişirmek için kullandığımız ateşte “al” renk vardır. Güneş de, kan da, ateş de adeta bu renkle beslenir. Bu kelime, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde isimlerin sıfatları olarak da kullanılmıştır. Bu sıfatlar zaman içinde ve inançların değişimiyle beraber olumlu ve olumsuz anlamlar ifade etmiştir. Al kelimesi, kendi içinde değişim ve dönüşümü de getirmiştir. Bu değişim ve dönüşümü yaratıcıdan, Al Ruh’tan, aldığı ısı ve ışıkla gerçekleştirmiştir. Çünkü bu ısı ve ışığa, kutsallık yüklenmiştir. Bu kutsallığın dokunduğu her şey olgunlaşmış, kemale ermiş yani allaşmıştır. Olgunlaşmamış elmaya bu ışık geldiğinde meyve olgunlaşmış ve alma olmuştur.

Al, Türklerde ebediyettin ve mutluluğun sembolü olarak da kullanılmıştır. Eskiden yeni evlenen çiftler evliliklerinin ve mutluluklarının daim olması için yeni evlerindeki ocaklarda mutlaka ateş yakarlarmış. Ateş, renginde yukarıda da belirttiğimiz gibi al rengi de ihtiva ettiği yeni eve ve evliliğe sonsuz mutluluğu getirirmiş. Geline mutlaka al (kırmızı) renkli giysiler giydirilirmiş ki mutluluğu ebedi olsun.  Anadolu’da bu gelenek hâlâ yaşatılmaktadır. Baba evinden çıkan gelinin başına al duvak örtülür beline de al kuşak bağlanır. Elbette temenniler hep aynıdır. Zaman değişmiş olsa da bu renge yüklenen anlamlar bu gelenekte aynen yaşatılmaktadır.

Al, eski Türklerde ateş tanrısı olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bu tanrının, kötü ruhları kovduğuna inanılmaktadır. Al kelimesi İslamiyet’in kabulünden önce daha olumlu anlamlar taşırken İslamiyet’in kabulünden sonra inancın etkisiyle de olumsuz anlamlar yüklenmeye başlamıştır. İslamiyet’in kabulünden evvel Al Ruh, koruyucu ve kollayıcı bir tanrı olarak kabul edilmiş, öyle de inanılmıştır. İslamiyet’in kabulünden sonra ise al kelimesiyle oluşturulan kelimelerde bu anlamdan tamamen uzaklaşarak, olumsuz sıfatlar yüklenmiştir. Al kelimesi al bastı, al kızı, al karısı, kelimeleriyle beraber olumsuz anlamlar kazanır. Hani bazı halk hikâyeleri dinleyenleri duygusallaştırır,  bazıları heyecanlandırır. Bazıları da var ki dinlememek için kulaklarınızı tıkarsınız. İşte al karısının geçtiği hikâyeler tam da bu hikâyelerdendir. Al karısı, al kızı kötü varlıklardır. Özellikle kırkı çıkmamış lohusa kadınlara, onların bebeklerine dadanmakta, onları gece gündüz rahat bırakmamaktadırlar.  Fırsatını yakaladıkları anda onların ciğerlerini sökerek yemekte ve kanlarını emmektedir. Aslında onlara zarar vermekle kalmayıp, onları yok etmeye çalışmaktadır. Bu durum da insanları önlemler almaya zorlamaktadır. Lohusa kadının kırk gün boyunca evinden çıkmasına müsaade edilmez. Mutlaka yanında biri bırakılır. Odasındaki gaz lambaları sürekli açık bırakılır, bebeğin ve annenin yüzü al (kırmızı) bir örtüyle örtülür. Başucuna mutlaka kesici bir alet, makas, demirden yapılmış eşyalar, iğne, çuvaldız ya da bıçak konurmuş. Ekmek de bir beze sarılarak annenin yastığının altına konurmuş. Bir tane de ceket, lohusanın odasına asılırmış. Bu önlemler alınınca al karısı bebeğe ve anneye zarar veremezmiş. Al karılarının ahırlarda, samanlıklarda, yıkık dökük virane yerlerde, ırmakların başlarında yaşadıklarına inanılır. Genellikle ihtiyar, çirkin, uzun tırnaklı ya da filmlerde gördüğümüz cadılara benzerlermiş. İnsanlar al karılarından korunmak için onları kesici aletlerle yakalamaya çalışırlarmış. Çünkü al karısı görünen bir şey değilmiş. O yüzden de geldiği hissedildiği anda çuvaldız ya da iğne saplanmaya çalışılır, eğer ki bunlar al karısına isabet ettirirlerse al karısı görünür olur, onu yakalayan kişinin de tüm işlerini yaparmış. Ancak al karısı fırsatını bulduğu ilk anda da o aileyi terk eder, ırmak kenarına gider, oradan nehre atlarmış. Böylece kendi vatanına gidermiş amma oradakiler al karısının üzerine sinen insan kokusunu alınca onu oracıkta öldürürlermiş.

            Al karıları sadece lohusa kadınlara ve bebeklere değil, ahırdaki atlara da geceleri musallat olurmuş. Gece, atlar tımar edildikten sonra, herkes uykuya dalınca gecenin ilerleyen saatlerinde, gizlice kimsenin ruhu duymadan ahıra gelirmiş. Ahırı şöyle bir kolaçan ettikten sonra en güzel atları gözüne kestirmiş. Sırayla bu atlara biner, bindiği her atın da yelesini muntazam bir biçimde örermiş. Ancak yukarıda da bahsettiğimiz gibi tırnakları o kadar uzun o kadar uzunmuş ki ördüğü yelenin ucunu bağlayamazmış. Bu yüzden de örgü bozulmasın diye yelenin ucunu halka şeklinde bırakırmış. Ertesi sabah ahıra gelenler bu işi alkarısının yaptığını örgüden anlarlarmış. Onun yakalamak için de farklı farklı yollar denerlermiş. Sabaha kadar köylüler sıra sıra nöbetler tutarlarmış, ahırın giriş ve çıkışlarını tutarlarmış, atın sırtına kapkara boyalar, katranlar, ziftler sürerlermiş. Ancak yakalamaya muktedir olamazlarmış.

            Al kelimesinin eski Türklerde yön adı olarak kullanıldığı kaynaklarda ifade edilmiştir. Türkler dört ana yönü dört farklı renkle ifade etmişlerdir. Bu bilgiye de Türklerin ilk yazılı belgeleri olan Orhun Yazıtları’nda rastlıyoruz. Bu yazıtlara göre doğu mavi renkle , batı ak-beyaz renkle, güney kızıl-al renkle, kuzey kara-yağız renkle anlatılmıştır. Yani güney yönü al kelimesiyle anlatılmıştır.  

            Hiç dikkat ettiniz mi bilmem ama kanın rengi kırmızı olmasına rağmen ısrarlar sadece kan denmez, al kan denir. Ağıtlarda bile “al kanlara boyanmak” şeklinde kullanılır. Burada “al” kelimesinin içindeki hayat bahşedicilik kanın insan yaşamı için hayatî önem taşımasıyla birleştirilmiştir.

            Bir şeyi çok beğendiğimizde, takdir ettiğimizde ya da onayladığımızda iki elimizi birbirine ses çıkaracak şekilde vurmaya “al-kış” deriz. Bu kelimede de al geçer. Zaten eskiden alkış kelimesi kötü dua anlamındaki kargış kelimesinin zıt anlamlısı olarak kullanılırmış. Yine olumlu bir durumu anlatmak için kullanılan bir kelimenin içeriğinde yer almıştır al kelimesi.

            Bayrağımızdaki al kelimesini de unutmamak gerekir. Bayrağımızı tek başına ifade etmek yerine özellikle al sıfatıyla beraber kullanırız. Al renge, sıcaklık, hayat vericilik, ışık anlamlarını yükleriz. Onun kızıllığına ateş der, o kızıllıkta ısınırız:

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün

Kızıllığında ısındık;

Dağlardan çöllere düştüğümüz gün

Gölgene sığındık.

 

 

Çok eskiden günümüze kadar gelebilen birkaç örnek üzerinden “al” kelimesinin yaşantımızdaki yeri ve öneminden bahsetmeye çalıştım. Farkında olarak veya olmayarak kullanalım, kelimeler geçmişi günümüze taşıyan yegâne köprülerdir. Bu köprülerin altından ne medeniyetlerin ne yaşamların ne insanların aktığını ama onların unutulmadıklarını anlatmak istedim sizlere bu yazımda. Şimdi yazımı okuyanlardan da yazımın altına kendi yörelerinde kullanılan ya da duydukları, bildikleri “al” lı kelimeleri bizlerle paylaşmaları. Yeni kelimeler al-dıkça al-lı kelimelerimiz çoğalacak…

           

  Bu yazı 1372 defa okunmuştur.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
YUKARI