Mustafa Kemal’in mütareke İstanbul’u zamanında yapmış olduğu ama yayınlanmamış olan mülakattan sonra verilen “off the record” kısa demeci, Alev Coşkun’un kaleme aldığı, “Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay İşgal, Hüzün, Hazırlık” kitabında karşıma çıktı.
Bir gazetecilik terimi olan “Off the record”, haber kaynağının, gazeteciye kayda almaması koşulu ile açıkladığı bilgidir. Bu bilgi, olayın haber üzerinde çalışan gazeteci tarafından etraflıca anlaşılması için kendisine söylenir.
Evet, Mustafa Kemal, yazılmamak kaydıyla gazeteci Refi Cevat’a (Ulunay) ülkenin kurtuluşunun mümkün olduğunu, bunun da milletle başarılacağını belirtir. Bu reçete gazeteciye çılgınca gelir. Hatta Mustafa Kemal’i bu düşüncelerinden dolayı “deli” olarak nitelendirir.
Mustafa Kemal kurtuluşu millette bulmakta ve bu amaçla İstanbul’dan Anadolu’ya geçmeyi planlamaktadır. Söyleşide de belirttiği gibi, Mustafa Kemal’in yılgınlık ve boyun eğmişliğe karşı, “Bugün herhangi bir teşkilatçı Anadolu'ya geçer de milleti silahlı bir mukavemete (direnişe) hazırlarsa bu yurt kurtulabilir.” demektedir. Bu milletine inanmışlık ruhudur. Bu Mustafa Kemal’in Anadolu’ya adım attığı günkü 19 Mayıs ruhudur.
Söz konusu söyleşiye gelmeden, söyleşinin gerçekleştiği zamanın siyasal ve toplumsal yapısına bir göz gezdirelim ki, Mustafa Kemal’in söylediklerinin önemini kavrayalım:
Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı'ndan, 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması'yla ve çok büyük kayıplar vererek çıkabildi.
Ateşkes imzalandığında Atatürk, Suriye-Irak cephesinde Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı'nda 7. Ordu'nun komutanıydı.
Ateşkes Antlaşması'yla Harbiye Bakanlığı tarafından tüm askeri birliklere ateşkes koşullarına uyulması bildirilmişti. Böylece Yıldırım Orduları Grubu dağıtılmış, Mustafa Kemal'in on bir gün süren ordular komutanlığı elinden alınmış ve İstanbul' a geri çağırılmıştı.
13 Kasım 1918 günü Mustafa Kemal Haydarpaşa Garı'na indiğinde, 55 parçadan oluşan "müttefiklerin" işgal güçleri ortak donanması Haydarpaşa önlerinden İstanbul Boğazı’na doğru yol alıyordu. Bu ortak deniz gücünü oluşturan savaş gemilerinin geçit töreni nedeniyle deniz ulaşımı durdurulmuştu. Mustafa Kemal ve yanındakiler, bu gemileri hüzünle seyretmek zorunda kaldılar. O sırada Mustafa Kemal'in ağzından: "Hata ettim, İstanbul'a gelmemeliydim. Ne yapıp yapıp Anadolu'ya dönmenin çaresine bakmalı," cümlesi döküldü.
İstanbul siyasal bir kargaşa içine girmişti. Hükümetler peş peşe kurulup dağılıyordu.
Ateşkes antlaşması gerek İstanbul basınında, gerekse saray ve hükümette "barışa kavuşuldu" biçiminde yorumlanıyordu. Basın antlaşmaya övgüler yağdırıyor, hükümet adına iyimser sözler söyleniyordu. Kimse direnişi düşünmüyor; kaderine boyun eğmiş kurbanlıklar gibi bekliyordu.
Öyle ki, bazı İstanbul gazetelerine göre "devletin bağımsızlığı, saltanatın hukuku bütünüyle korunmuştu".
Mustafa Kemal olumlu havanın aksine, antlaşmayı karmaşık ve çok tehlikeli buluyordu.
Ve Mustafa Kemal’in bu öngörüsü gerçekleşiyor; İngiltere, Fransa ve İtalya ortak olarak İstanbul’u işgal ediyordu. Kısa zamanda da Batı Anadolu; İzmir, Bursa ve Eskişehir’e kadar sömürge devletlerinin planları ve yardımlarıyla Yunan askeri tarafından işgal edilecekti.
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya hareket edeceği 19 Mayıs gününe kadar altı ay İstanbul’da kalacak; altı ay boyunca vatanın kurtuluşu için yakın arkadaşlarıyla çeşitli girişimlerde bulunacak, bakanlar, Meclis-i Mebusan üyeleri ve padişahla görüşecek, hatta gazetelerde yazılar yazacaktı. Ancak bu girişimlerden bir sonuç alamayan Mustafa Kemal, milletine duyduğu sarsılmaz inançla bir an önce İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek, kurtuluş ateşini yakmak istemekteydi.
Mustafa Kemal’in amacı, Anadolu’yu örgütleyebilmek, milli heyecanı bu amaca yönlendirmekti.
Mütareke döneminde yurtta, özellikle İstanbul’da görülen yılgınlığı gösterdikten sonra, yazıya Alev Coşkun’un kitabından devam edip söyleşiye geçebiliriz:
Gazeteci Refi Cevat, ulusal savaş sürerken Alemdar gazetesinde, Anadolu direnişine karşı sert yazılar yazar.
Mustafa Kemal, yakın arkadaşı Dr. Rasim Ferit (Talay) Bey’i Refi Cevat’a gönderir. Bundan sonrasını, Ulunay’ın yıllar sonra konuyla ilgili olarak Milliyet gazetesinde yayınladığı yazısından izleyelim:
“Paşa hazretleri, dedim; ümit ederim ki bu mülakatı gazetemde neşretmek şerefini bendenizden diriğ buyurmazsınız (esirgemezsiniz). Henüz hiçbir gazete zatıalinizden bahsetmemişti. Bunda ilk olarak benim için büyük bir bahtiyarlıktır (mutluluktur).
Peki neşredebilirsiniz (yayımlayabilirsiniz).
Yeis içinde ruhu sıkılan bir hastanın ferahlık verici bir ilaç içmesi gibi olmuştum.
O işte böyle fevkelbeşer (insanüstü) bir kuvvete ve kudrete haizdi.”
6 Şubat 1919 günü Alemdar gazetesi, başlığının yanındaki bir ilanla, Refi Cevat'ın yaptığı bu söyleşiyi Mustafa Kemal'le yapılan ve ertesi günü çıkacak olan "mühim bir mülakat" olarak duyuruyordu. Ne yazık ki ertesi gün Alemdar aldığı yayın cezası dolayısıyla çıkmadı. Bu yüzden sözü edilen söyleşi de yayınlanamadı.
Gazete tekrar yayına başlayınca bu söyleşinin neden yayınlanmadığı anlaşılamamaktadır. Ancak yıllar sonra, Ulunay yayınlayamadığı bu söyleşiyi Sadi Borak'a anlatır.
Ulunay'ın Yazmadıkları:
"Çanakkale ile ilgili sorularımı bitirip not ettikten sonra ayrılmak üzere ayağa kalktığım zaman, Mustafa Kemal 'biraz daha oturunuz, lütfen' dedi."
Şimdi konuşmayı Ulunay’a bırakalım:
"Oturdum. Şöyle bir konuşma geçti aramızda:
- Soracağınız sualler bitti mi?
- Bitti Paşam.
- 'Bu vatan içine düştüğü bu felaketten nasıl kurtarılır, istiklaline (bağımsızlığına) nasıl kavuşturulur?' diye bir sual sormanızı isterdim. "
- Af buyurunuz paşa hazretleri, bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu vatanın kurtarılmasını en uzak bir ihtimalle dahi mümkün görmediğim için böyle bir sual sormayı hiç aklımdan geçirmedim.
- Bu şartların dış görünüşüdür. Bir de bunun iç yüzü vardır.
Siz yine de böyle bir sual sormuş olunuz, ben de cevabını vereyim, fakat yazmamak şartıyla.
- Zatıalinizi dinliyorum paşa hazretleri.
- Bakınız Cevat Beyefendi, sizin imkânsız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bugün herhangi bir teşkilatçı Anadolu'ya geçer de milleti silahlı bir mukavemete (direnişe) hazırlarsa bu yurt kurtulabilir.
Heyecanlanmıştım. Harb-i Umumi (I. Dünya Savaşı) süresince gücümüzü öylesine tüketmiştik ki insan materyali olarak da, harp materyali olarak da elimizde hiçbir şey kalmamıştı. On yıl süren harpler neticesinde harplerden sağ kalanlar da ayakta duracak halleri olmayan aliller (hastalar) kalabalığı. Ve bütün millet moral çöküntüsü içindeydi. Hiçbir kurtuluş ümidi olmayan böyle bir vaziyette memleketin kurtuluşundan söz etmek beni heyecanlandırmış, şaşırtmıştı.
- Nasıl olur Paşam! diye yerimden fırladım.
Paşa sakindi:
- Hatırınızdan geçenleri tahmin ediyorum, dedi; doğrudur. Görünüş tamamen aleyhimize. Hiçbir ümit kapısı yok gibi görünmektedir. Ama, 'düvel-i muazzama' dediğimiz bu büyük devletlerin bir de iç yüzleri var.
- Nasıl Paşam?
- Anlatayım: Siz sanıyor musunuz ki harbi kazanmakla müttefikler aralarındaki bütün ihtilafları halletmişlerdir (sorunları çözmüşlerdir). Asıl ihtilaf (anlaşmazlık), asıl menfaat rekabeti ve ölünün mirasını paylaşma kavgası bundan sonra başlayacaktır.
Her geçen gün Müttefiklerin kuvveti zaafa (güçsüzlüğe) uğramaktadır.
Terhisler dolayısıyla orduları günden güne küçülüyor. Asırlarca birbirleriyle boğuşan İngilizlerle Fransızları müşterek düşman tehlikesi birleştirdi. Şimdi o eski rekabet bıraktıkları noktadan yeniden başlayacaktır. Başlamıştır bile... İtalya'nın da başı dertte. Onlar da dahili kargaşalık arifesinde. Bu yüzden, ilhak etmek (kendine katmak) istediği topraklardan bile çekilecektir. Netice şu ki, Anadolu' da baş gösterecek milli bir mukavemete hiçbiri müdahale edecek durumda değildir. Böyle bir mücadelenin tam sırasıdır.
- Paşam, milli direniş güzel ama neyle? Hangi askerle, hangi silahla, hangi parayla? Maalesef Paşam, kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız. Affınıza sığınarak arz edeyim ki artık bu kupkuru çölde hiçbir hayat emaresi (nişanı) görülmüyor.
-Öyle görünür Refi Cevat Bey, öyle görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak, bu çöküntüden bir varlık, bir teşekkül (oluşum-örgütlenme) yaratmak lazımdır. Siz başıboşluğa bakmayınız. Boş görünen o saha doludur. Çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, millettir; o Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır.
Bu teşkilat organize edilebilirse vatan da, millet de kurtulur. Bunu böyle bilesiniz Refi Cevat Beyefendi."
Refi Cevat düşüncelerini sürdürüyor:
"Mustafa Kemal'e veda ettim, matbaaya geldim. Kafam karmakarışıktı. Anlattıkları eksantrik (kural dışı, bambaşka) şeylerdi. Ne kafam almıştı, ne mantığım. Daha doğrusu deli saçması gibi gelmişti bana. Matbaada arkadaşlar, "anlat" diyorlardı; "neler söyledi?" Anlattım:
"Şu sıralar Anadolu'ya geçilir, orada teşkilat kurulur, milli mukavemet harekete geçirilirse Fransızı da, İngilizi de, İtalyanı da memleketten kovar, vatan istiklaline kavuşur, millet de esaretten kurtulurmuş. Anladınız mı arkadaşlar! Bu, deli değil, zır deliymiş! "
Bundan sonrasını Sadi Borak'tan dinleyelim:
"Ulunay'a dedim ki:
- Sonra yanılgınızın pişmanlığını duydunuz değil mi?
- Hayır, Sadi oğlum dedi, ben haklıydım, yerden göğe. O günlerde, o şartlar içinde istiklal mücadelesine atılıp Türkiye'yi üç büyük devletin pençesinden kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü. O günlerde böyle düşünen tek adam oydu; tek adam."
Gerçekten, Refi Cevat Ulunay, Anadolu'da direniş örgütlenmelerinin yapılabileceğine hiç inanmadı. Anadolu'daki Kuvayı Milliyeciler için çok ağır yazılar yazdı. Kuvayı Milliye'ye hakaret etti, sonunda 150'likler listesi içine girerek sürgüne gönderildi.
Bu söyleşi ibret vericidir. O günlerde birçok kişi, birçok aydın da Ulunay gibi düşünüyordu. Bakın, sürgünden döndükten sonra bile Ulunay düşüncesinin doğruluğunu savunuyor. Milletine güvenemeyenler, Türklüğün bittiğini, büyük devletlere karşı savaş yapmanın olanaksızlığını savunuyorlardı.